Suudilerin Yemen'deki pozisyonunu önemli ölçüde zayıfladı. Lübnan'daki krizin Suudiler tarafından bilinçli olarak tırmandırılması, Yemen sahasında kaybedilen avantajların Levant bölgesinde kazanılmasına yönelik bir girişim. Suudiler, Lübnan krizini bir kaldıraç olarak kullanarak İran ile müzakere masasında ellerini güçlendirmek istiyor.
Dr. Necmettin Acar / Mardin Artuklu Üniversitesi
Suudi Arabistan, Şii din adamı Ayetullah Nimr Bakır en-Nimr'in 2016 yılında idam etmesinin akabinde İran'daki Suudi diplomatik misyonlarına yönelik gerçekleşen saldırıları gerekçe göstererek İran ile diplomatik ilişkilerini askıya almıştır. 2019 yılında ise Suudi Arabistan'ın millî petrol şirketi Suudi ARAMCO tesislerine düzenlenen saldırılar iki ülke ilişkilerinin hiç olmadığı kadar bozulmasına yol açmıştır.
Geçtiğimiz Ekim ayında İran ile Suudi Arabistan'ın üst düzey diplomatlarının Irak arabuluculuğunda gerçekleştirdiği "istikişafi" görüşmeler ve özellikle Riyad tarafından yapılan olumlu açıklamalar uzun yıllardır bölgede vekalet savaşının tarafı olan iki aktörün ilişkilerinde yumuşamaya yönelik iyimser bir beklenti oluşturmuştur. Ekim ayı ortalarında Suudi Arabistan'ın İran'dan ithalata izin vermesi ikili ilişkilerdeki en somut iyileşme belirtisi olarak değerlendirilmektedir. Ancak son günlerde Lübnan üzerinde derinleşen krizin, son dönemde oldukça mesafe alan İran-Suudi yakınlaşmasını akamete uğratacak bir boyuta doğru evirilmesi yeni soru işaretleri ortaya çıkarmıştır.
Suudilerin Lübnan siyasetine ilgisi
Lübnan jeopolitik konumu ve kültürel yapısı itibariyle Suudi Arabistan için önemli bir ülke olmuştur. Özellikle Filistin meselesinde aktif bir rol oynamak isteyen Riyad yönetimi, Lübnan ile iyi ilişkiler kurmayı ve Lübnan'da kendisine müzahir politik bir yapı oluşturmayı öncelikli bir dış politika gündemi olarak görmektedir. İran'ın 1980'li yıllardan itibaren Lübnan'da kendi vekilleri üzerinden varlık göstermesini ve Suudilerin Filistin meselesindeki pozisyonunu sarsacak bir kapasiteye kavuşmuş olmasını, Suudi Arabistan ciddi bir tehdit olarak değerlendirmektedir.
Ülkedeki dinsel, etnik ve mezhepsel yapılar arasındaki dengeyi sağlayan mevcut statüko Suudilerin arabuluculuğunda 1989 yılında gerçekleşen Taif Anlaşması'yla kurulmuştur. Suudilerin 1975 yılında başlayan Lübnan iç savaşını sonlandırmak ve İran'ın politik ve ideolojik nüfuzundaki Şiilerin Lübnan siyasetindeki etkinliğini sınırlamak için arabuluculuk yaptıkları bu süreçte Suudi rejimine yakın bir isim olan Sünni Refik Hariri Lübnan siyasetinde ön plana çıkmıştır. Anlaşmanın imzalandığı 1989 yılından öldürüldüğü 2005 yılına kadar Lübnan siyasetinin en güçlü figürü olan Hariri aynı zamanda Suudi vatandaşı ve Suudi kamu yatırımlarından büyük paralar kazanan bir iş adamıydı. Refik Hariri'den sonra oğlu Saad Hariri Lübnan'daki Suudi nüfuzunun en önemli temsilcisi olmuştur.
Genel olarak Suudiler Lübnan'da İran'ın politik, ideolojik ve askeri nüfuzunu kendi bölgesel güvenlikleri açasından ciddi bir tehdit olarak görme eğiliminde olmuşlardır. 1980'li yıllara kadar aralarında varoluşsal bir rekabet olan Suudi Arabistan ile Mısır arasındaki ilişkilerin bu tarihten sonra hızla iyileşmesinin bir sebebi de bu tarihten sonra İran'ın Levant bölgesinde genişlemeye başlayan nüfuzunu dengeleme politikası olmuştur. Riyad yönetimi, Mısır'ı, Levant bölgesindeki İran nüfuzunu sınırlayabilecek yegane aktör olarak gördüğü için uzun yıllar boyunca Kahire'ye yönelik ciddi ekonomik ve diplomatik destek sağlamıştır. Mübarek yönetimi de bu desteğe, 1980'li yıllardan 2011 yılına kadar Tahran ile diplomatik ilişkileri keserek cevap vermiştir. Ancak Arap Baharı sürecinde Mısır'ın içine düştüğü zayıflık Suudilerin İran'ı Levant bölgesinde dengelemesini oldukça zorlaştırmıştır.
İran'ın genişleyen nüfuzu
2006 yılındaki İsrail-Hizbullah savaşını takip eden dönemde İran'ın Lübnan'daki nüfuzu istikrarlı bir biçimde artış göstermeye başlamıştır. Bu genişlemede İran'da sertlik yanlısı Ahmedi Nejat hükümetinin takip ettiği aktif dış politika da etkili olmuştur. Özellikle ABD'nin Irak'tan çekilmesi sonrası Irak'ın İran nüfuzuna düşmesi, İran ile Levant bölgesi arasında doğrudan bir kara bağlantısı kurulmasına yol açmıştır. Arap Baharı sürecinde Suriye'deki rejimin ayakta kalmak için İran'a yaslanmak zorunda kalması da İran'ın Suriye ve Lübnan'daki nüfuzunun genişlemesine büyük bir katkı yapmıştır.
Lübnan'ın son yıllarda içine düştüğü ekonomik ve siyasi krizlerin Beyrut limanında geçen yıl yaşanan büyük patlamayla iyice derinleşmesi, İran'ın bölgedeki nüfuzunu güçlendirmesi için yeni bir fırsat penceresi işlevi görmüştür. Bu süreçte Lübnan'a yönelik İran kaynaklı ekonomik yardımları etkili bir biçimde kullanan İran destekli Hizbullah örgütünün Lübnan siyasetindeki nüfuzu iyice genişlemektedir. İran, Levant bölgesindeki nüfuzunu sürdürmek ve Filistin meselesinde etkili bir aktör olmak için Hizbullah'a ve Hizbullah'ın Lübnan siyasetine artan etkisine önemli ölçüde bağımlıdır.
Bugün Lübnan, tarihinde hiç olmadığı kadar derin bir siyasi ve ekonomik kriz içerisindedir ve 2022 yılı başlarında yapılacak bir seçime hazırlanmaktadır. Ülkenin içinde bulunduğu ekonomik ve siyasi krizin gelecek yıl yapılması planlanan seçimde Hizbullah'ın ülke siyasetinde elini iyice güçlendirmesine yarayacağı değerlendirmeleri Suudi Arabistan'ın tehdit algısını artırmıştır.
Ablukanın nedenleri
Suudiler bir süredir bölge genelinde yaşadıkları gerilimde ekonomik ve diplomatik ablukayı etkili bir dış politika aracı olarak kullanmayı adet haline getirdiler. 2014 yılında Katar'a yönelik kısa süren diplomatik ambargo, 2016 yılında İran'a yönelik diplomatik ve ekonomik ambargo, 2017 yılında Katar'a yönelik abluka ve bugün Lübnan'a yönelik abluka. Bunlara 2017 yılında Lübnan başbakanı Saad Hariri'nin Riyad'da alıkonması da ilave edilebilir. Bu süreçte Suudiler uyguladıkları diplomatik ve ekonomik baskıya Katar ve Lübnan'ın İran ile ilgili söylemlerini gerekçe olarak göstermişlerdir.
2021 yılı başlarında Katar'a yönelik ablukanın Suudilerin girişimiyle kaldırılması ve son aylarda İran ile sürdürülen istikşafi görüşmeler Riyad'ın bölgedeki sorunların çözümünde diplomasiyi ön plana çıkardığına yönelik iyimser bir beklenti oluşturmuştu. Bu süreçte Suudi-Körfez Ülkeleri ve Suudi-İran diyaloğunun Yemen'deki savaşı bitirebileceğine yönelik bir beklenti ortaya çıkmıştı. Suudilerin Lübnan enformasyon bakanının henüz bakan olmadan önceki beyanlarını gerekçe göstererek Lübnan'a yönelik bir abluka başlatmaları ve Kuveyt, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) gibi ülkelerin de bu kampanyaya katılması akıllara önemli soru işaretleri getirdi. Suudilerin Lübnan krizini bilinçli olarak tırmandırmasının muhtemel üç gerekçesinden bahsedebiliriz.
İlk olarak; Suudiler, Lübnan'ın içinde bulunduğu ekonomik krizi kullanarak Lübnan'daki politik nüfuzunu güçlendirmeye yönelik bir politika takip etmektedir. Bugün başta Suudiler olmak üzere Körfez ülkeleri tarafından Lübnan'a uygulanan ekonomik ambargo büyük zorluk yaşayan Lübnan ekonomisindeki krizi içinden çıkılmaz bir hale getirecektir. Bu durumun en önemli sebebi Körfez ülkelerinin Lübnan'ın ekonomik istikrarında çok önemli rollerinin olmasıdır. Lübnan'ın Körfez vatandaşlarının en popüler turizm destinasyonlarından biri olması, sayıları dört yüz bini bulan Lübnanlı işçilerin Körfez bölgesinde çalışıyor olması ve bu işçilerin Lübnan'a gönderdikleri yıllık 1,5-2 milyar doları bulan işçi dövizleri ve Körfez kaynaklı hükümet yardımları Lübnan'ın ekonomik istikrarı için hayati önemdedir.
Bugün Lübnan'ın içine düştüğü ekonomik kriz, Suudilere ekonomi kartını kullanarak Lübnan siyasetinde Hizbullah'ı zayıflatmak için önemli bir fırsat sunmaktadır. Gerek Lübnan Dışişleri Bakanı gerekse de Başbakan'ın yaptığı açıklamalar, Riyad'ın, Beyrut yönetiminden açıkça Hizbullah'ın pozisyonunu zayıflatacak adımlar atmasını istediğini ortaya koymaktadır. İkinci olarak; son aylarda büyük beklentiler ile devam eden İran-Suudi görüşmelerinde tarafların masada istediklerini elde edebilmek için sahadaki baskıyı artırma politikaları Lübnan ile Körfez ülkeleri arasındaki krizin tırmanmasına sebep olmuştur. Son dönemde Husiler'in Yemen'in kuzeyindeki Suudi destekli hükümetin son kalesi olan Marib şehri üzerinde artan baskıları, Suudilerin Yemen'deki pozisyonunu önemli ölçüde zayıflatmıştır. Lübnan'daki krizin Suudiler tarafından bilinçli olarak tırmandırılması Yemen sahasında kaybedilen avantajların Levant bölgesinde kazanılmasına yönelik bir girişimdir. Suudiler, Lübnan krizini bir kaldıraç olarak kullanarak İran'la müzakere masasında ellerini güçlendirmek istemektedir.
Üçüncü cephe arayışı
Son olarak da; son dönemde hem Suriye hem de Mısır'la Körfez ülkelerinin gelişen ilişkileri Suudi Arabistan'ı İran'a karşı Yemen ve Bahreyn'den sonra üçüncü bir cepheyi Lübnan'da açmaya cesaretlendirmiştir. BAE ve Ürdün'ün Şam yönetimi ile kurduğu diyalog, Suudilerin geçen hafta Mısır Merkez bankasına sağladıkları 3 milyar dolarlık mevduat ve daha önce sağlanan 2,3 milyar dolarlık mevduatın ödeme süresinin de uzatılması bu kanaati desteklemektedir. Suriye ve Mısır ile son dönemde artan yakınlaşma, Suudilerde, İran'ı dengeleyecek yeterince güce sahip oldukları kanaatini ortaya çıkarmıştır.
Lübnan on yıllardır statükocu Körfez ülkeleri ile revizyonist İran arasında bir mücadele sahası olmuştur. Etnik, dinsel ve mezhepsel ayırımlara dayanan kırılgan politik yapısı her bölgesel gerilim karşısında Lübnan'ın hassasiyetini artırmaktadır. Bugün her ne kadar Lübnan ekonomisi Körfez ülkelerini bağımlı olsa da Hizbullah, Lübnan siyasi yapısının önemli bir bileşenidir ve Hizbullah'ı ülke politik yapısından dışlamak Beyrut yönetiminin gücünü aşmaktadır. Körfez ülkelerinin Lübnan'da sahip olduğu ekonomik avantajların bile Hizbullah'ın Lübnan siyasetindeki etkisini sınırlamaya yetmiyor olması, bölgede çözümü askeri kapasiteye dayanan her krizde Körfez'in elinin oldukça zayıf olduğu gerçeğini pekiştirmektedir.
Son olarak Lübnan'da yaşanan krizde Katar ve Umman'ın, Kuveyt, Bahreyn, BAE ve Suudi Arabistan'dan ayrışarak Lübnan'la ilişkileri askıya almaması Körfez ülkeleri arasındaki çatlağın çok derinlerde olduğunu da ortaya koymaktadır. 2021 yılı başlarında el-Ula'da düzenlenen 43. KİK toplantısında servis edilen samimi görüntülere ve geçtiğimiz ay Suudi Veliaht Prensi Muhammed bin Selman, Katar Emiri Şeyh Temim bin Hamed Al Sani ve BAE Ulusal Güvenlik Danışmanı Şeyh Şeyh Tahnoun Bin Zayed el Nahyan'ın Kızıldeniz kıyısındaki samimi pozlarına rağmen son günlerde yaşanan Lübnan krizi, bu ülkelerin bölgesel meselelerde oldukça farklı bir vizyona sahip olduklarını ortaya koymuştur.
@DrNecmettinAcar